Varlığın Gayesi: Fani Zevklerden Marifetullaha Yükseliş

image_pdfimage_print

Varlığın Gayesi: Fani Zevklerden Marifetullaha Yükseliş

İnsan, fıtratı icabı lezzeti arayan ve elemden kaçan bir varlıktır. Bu arayış, onu çoğu zaman “hevesli akılsız çocuklar gibi, muvakkat ehemmiyetsiz lezzetlerin peşinden” (Tarihçe-i Hayat, 500) koşturur. Dünya hayatının zahirî (dış) parıltısı, geçici zevkler ve fani ziynetler, insanın nazarını (bakışını) perdeler. Lâkin bu koşunun sonu, kaçınılmaz bir hüsrandır. Zira “Fani zevkler, sana manevi elemler, teessüfler bırakıyor.”
Bu, hayatın en temel mantıkî ve ibretli derslerinden biridir. Tarih boyunca nice sultanlar, nice zenginler, bu muvakkat lezzetleri elde etmek için ömürlerini heba etmiş, ancak sonunda kabre eli boş gitmişlerdir. Geride bıraktıkları “teessüf” (eseflenme, pişmanlık), o fani lezzetlerin bedeli olan ebedî bir hasrettir.

Hakikî Cehennem: Sahibini Bilmemek

Peki, bu lezzetlerin aslı nedir? Neden manevi elemlere sebep olurlar?
Cevap, varlığın sahibini tanımakta yatar. Gönderdiğiniz bir diğer hikmet, bu acı gerçeği şöyle tasvir eder:
> “Dünyanın lezzetleri, zevkleri ve ziynetleri; Hâlık’ımızı, Mâlik’imizi ve Mevlâ’mızı bilmediğimiz takdirde cennet olsa bile cehennemdir.” (Mesnevî-i Nuriye, 104)
>
Bu, son derece düşündürücü bir tenkittir (eleştiridir). Eğer bir nimeti, o nimetin San’atkâr’ından bilmezsek, o nimetin kendisi bir azap kaynağına dönüşür. Zira her fani lezzet, zeval (yok oluş) tokadını yiyecek, her ayrılık bir yara açacaktır. Sahibini bilmediğimiz bir mülkte, her an elimizden alınma korkusuyla yaşarız. Bu korku, o “dünya cennetini” dahi “cehenneme” çevirir. Zenginlik kaybetme korkusuyla, sağlık hastalık endişesiyle, sevgi ayrılık acısıyla zehirlenir. Demek ki lezzetin aslı, lezzeti vereni tanımakla mümkündür.

Marifetin Yolu: Kâinattaki Nizam

O halde Hâlık’ı, Mâlik’i ve Mevlâ’yı bilmenin, yani “Marifetullah”ın yolu nedir? Bu yol, kâinat kitabını okumaktan geçer. Gözümüzü açıp baktığımızda, en küçükten en büyüğe kusursuz bir nizam görürüz:
> “Sinek kanadından tut, tâ semavat kandillerine kadar öyle bir nizam var ki akıl onun karşısında hayretinden ve istihsanından ‘Sübhanallah, mâşâallah, bârekellah’ der, secde eder.” (Sözler)
>
Akıl, bu muazzam san’at karşısında hayrete düşer. Bir sinek kanadındaki mühendislik ile galaksilerin (“semavat kandilleri”) yörüngelerindeki hassas nizam, aynı kudretin ve ilmin imzasını taşır. Bu nazara (bakışa) “istihsan” (güzel bulma, beğenme) eşlik eder. İnsan, bu güzellik ve nizam karşısında, San’atkâr’ı takdis etme (“Sübhanallah”) ve O’nun önünde acziyetini itiraf ederek “secde etme” ihtiyacı hisseder. İşte Marifetullah, bu tefekkür ve hayret secdesiyle başlar.

Gayenin Zirvesi: Marifetin Verdiği Zevk

Kâinattaki bu nizamı okuyarak Hâlık’ını bulan ve O’nu isimleriyle tanımaya başlayan bir kalp için, artık dünyanın fani lezzetlerinin bir kıymeti kalmaz. Marifetullah’tan, yani Allah’ı tanımanın ve bilmenin verdiği derûnî hazdan daha büyük bir lezzet tasavvur edilemez. Bu hakikat, şu sözlerde en edebî ve hikmetli ifadesini bulur:
> “Evet, marifetullah olduktan sonra, dünya lezzetlerine iştiha olmadığı gibi cennete bile iştiyak geri kalır.” (Mesnevî-i Nuriye, 104)
>
Bu, imanın ve kulluğun zirvesidir. Allah’ı tanıyan bir kul, O’nun san’atını temaşa etmenin, O’na muhatap olmanın ve O’nu sevmenin (Muhabbetullah) lezzeti yanında, ne dünyanın geçici zevklerine ne de bir mükâfat olan cennetin nimetlerine iltifat eder. Cenneti istemek haktır; ancak arifler için gaye cennet değil, Cemâlullah’tır (Allah’ın cemâlini görmek). Dünya lezzetleri bu marifetin yanında sönük kalırken, cennet iştiyakı (arzusu) bile ikinci plâna düşer.

İnsanın Küllî Vazifesi: Dua

Peki, bu kadar âciz olan ve bu kadar büyük bir San’atkâr’ın muazzam mülkünde yaşayan insanın temel vazifesi nedir? Kuru bir sinek kanadını dahi yaratamayan, ancak semavat kandillerini tefekkür edebilen insanın faaliyeti ne olmalıdır?
> “Ferşten arşa, ezelden ebede kadar en geniş dairelerde insanın vazifesi, yalnız duadır.” (Mesnevî-i Nuriye, 110)
>
Buradaki “dua”, sadece ihtiyaç anında el açıp istemek değildir. Dua, insanın acziyetini ve fakrını idrak ederek Kudret-i Sonsuz’a iltica etmesidir. “Sübhanallah” demek bir duadır; kâinattaki nizamı görüp hayrete düşmek fiilî bir duadır. Secde etmek, en küllî duadır. Ferşten (yeryüzünden) Arş’a kadar her şey O’nun kudretiyle ayakta durduğuna göre, insanın bu düzendeki tek vazifesi, kendi hiçliğini ve O’nun varlığını “dua” lisanıyla ilân etmektir.

Netice olarak, akılsız bir çocuk gibi fani lezzetlerin peşinde koşmak, Hâlık’ı bilmemekten kaynaklanan bir “manevi cehenneme” sürükler. Kurtuluş ise, kâinattaki nizamı tefekkür ederek “Marifetullah”a ermektir. Bu marifet, öyle bir lezzettir ki cenneti bile geride bırakır. Ve bu marifete eren kulun ezelden ebede en büyük vazifesi, “dua” ile Sahibine yönelmektir.

📖 Makalenin Özeti

Bu makale, insanın hayattaki gayesini, Risale-i Nur’dan alınan hikmetli sözler ekseninde tahlil etmektedir. Makaleye göre, insanların çoğu “akılsız çocuklar gibi” dünyanın geçici (fani) ve ehemmiyetsiz lezzetlerinin peşinden koşar; ancak bu zevkler, insana “manevi elem ve teessüfler” bırakır.
Makalenin temel tezi, bu dünyanın lezzetlerinin, ancak Hâlık’ı (Yaradan’ı) bilmekle (Marifetullah) anlam kazanacağıdır. Eğer Yaradan bilinmezse, dünya “cennet olsa bile cehennemdir”.
Marifetullah’a ulaşmanın yolu, kâinattaki kusursuz nizamı (düzeni) tefekkür etmekten geçer. “Sinek kanadından semavat kandillerine” kadar uzanan bu nizamı gören akıl, hayretle “Sübhanallah” der ve secde eder.
Bu marifete ulaşıldığında, yani Allah’ı tanımanın lezzeti tadıldığında, artık ne dünya lezzetlerine bir arzu (iştiha) kalır ne de “cennete bile iştiyak” (arzu) öncelikli olur. Bu noktada, “ferşten arşa” (yerden göğe) kadar insanın en geniş vazifesinin, kendi aczini ve O’nun kudretini itiraf etmek manasına gelen “dua” olduğu idrak edilir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025

 

 

Loading

No ResponsesKasım 14th, 2025